ORKİDE ÇİÇEKÇİLİK 30.12.2024
Muhammet NACAK
Köşe Yazarı
Muhammet NACAK
 

HÜZÜN SENFONİSİ

20 Ocak 1989 Cuma 07.30 Hohlaya hohlaya, soğuktan kan kırmızıya dönmüş ellerini ısıtmaya çalışıyordu Asım Kaptan. Otobüsün lastiklerine zincir takmayalı uzun zaman olmuştu. Bugün Samsun çok soğuk, karanlık ve pusluydu. Malatya yolculuğu uzundu. Vidaları gevşediği için yerinden oynayan koltuklar sorun olmazdı belki ama bu karlı havada zincirsiz lastikler için aynı şey söylenemezdi. Takım kahvaltı yaparken yalnız başına taktığı zincirler ellerini dondurmuştu. Otobüsü ve kendini ısıtmak için arabaya binerken “Bu hurdayla daha ne kadar yol yapacağız?” diye düşünürken buldu kendini. En kısa zamanda Hasbi Ağa’yla bunu konuşmalıydı. Öyle ya koskoca Kırkpınar Ağası istese en kral otobüsü alabilirdi kulübe. Buz kesmiş direksiyonu tutmak istemeyen elleri istemsizce radyoya gitti. İki saatte bir başa saran parçaların ilki ve en sevdiği 45’liğin melodisi içini ısıtmıştı. Bu ilk parçayı çok seviyordu, çünkü ona her deplasman seferinde ailesini, çocuklarını hatırlatıyordu. Mutat olduğu üzere Asım Kaptan’dan sonra ilk Nuri Hoca bindi otobüse. Her zaman önce kendi biner, hep en önde otururdu. Her haliyle takımın lideri olduğunun göstergesiydi bu. Nuri Hoca, sadece iyi bir lider değil aynı zamanda merhametli, vefalı, iyi yürekli bir insandı. Samsunspor maçları iç sahadaysa anne ve babasının kabrini, deplasmandaysa şehir mezarlığını mutlaka ziyaret eder, dua etmeden maça çıkmazdı. Her hafta başında hiç aksatmadan Büyük Cami’ye gider, küçük çocukların Kur’an okuyuşunu saatlerce dinler, onlara harçlık vererek gönüllerini alırdı. Bir teknik direktör takımda disiplini sağlamak için zaman zaman sert olmalıydı fakat Nuri Hoca bu disiplini güven duygusuyla sağlamıştı. Kendisini iyi hissetmeyen, “Hocam takımı yakarım.” diyen bir oyuncuya “Yakacaksan sen yak.” diye karşılık veren bir hoca için her şey feda edilmez miydi? Milli takımın başarılı file bekçisi Fatih, tesislerden dışarı ilk adımını attığında kolundaki saati tekrar kontrol etmek zorunda kaldı. Hareket saati 7.30’du ama hava neden böyleydi? Sanki gece yarısının zifiri karanlığı vardı. Otobüse bindi, çantasını yerleştirdi. Her deplasman yolunda olduğu gibi Nuri Hoca’yla birkaç saat sohbet etmeyi düşündü. Hem, bu uzun yolculukta çok sevdiği Nuri Hoca’sına onu ne kadar çok sevdiğini de söyleyecekti. İçinde ukdeydi ne zamandır. Onu çok seviyordu ama sevdiğini bir türlü söyleyemiyordu. “Seven sevdiğine sevdiğini söylemeliydi.” Heyecanla Hoca’ya doğru birkaç adım attı. Havanın pusu tekrar gözüne ilişti. Konuşmak için uygun bir zaman değildi. “Yolumuz uzun, biraz uyuduktan sonra gider konuşurum.” diye geçirdi içinden ve karşısında dalgın dalgın dışarıyı seyreden Mete’nin yanına ilişiverdi. Mete gece gördüğü rüyanın etkisinden çıkamamıştı henüz. Bu rüyayı Fatih’e anlatmalı mıydı karar veremiyordu. Puslu havada boşluğa bakıyor, rüyayı tekrar yaşıyordu. O sırada Fatih’i fark etti. Tebessümle selam veren arkadaşına baktı. Selamı duymamıştı bile. “Sana bir şey anlatmam lazım.” dedi ve yarı dönük vücudunu ani bir hızla milli kaleciye doğru tamamen çevirerek başladı konuşmaya: “Rüyamda seninle ölümü bekliyoruz Fatih. Sen ‘La havle vela kuvvete’ diye başlayan bir dua okuyor, kurtuluyorsun, ben ölüyorum.” dedi, giderek kısılan ses tonuyla. Soğuk havaya rağmen terleyen vücudu, rüyanın Mete’de bıraktığı etkiyi kelimelere ihtiyaç duyulmayacak şekilde anlatıyordu aslında. Mete’nin dalgınlığının nedeni anlaşılıyordu şimdi. Kafiledeki en eğitimli kişi Fatih’ti. Dönemin şartlarında pek rastlanmayacak şekilde iki üniversite bitirmişti. Mete’yi teskin etmeli, sakinleştirmeliydi önce. Duanın “Güç ve kuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah’a aittir” anlamına geldiğini söyledi ve rüyanın tabirini ehlinden öğrenmeden etkisine girmemek gerekir diye yatıştırmaya çalıştı Mete’yi. Bu bir “ölüm çağrısı”ydı. Sonradan sorduğu rüya tabircisi öyle diyecekti.   20 Ocak 1989 Cuma 08.30 Zincirlerin buzları kırarken çıkardığı ses de otobüsün hızı da kafileyi bir hayli yormuştu. Yola çıkalı neredeyse bir saat olacaktı ama hala Samsun’u çıkmış değillerdi. Oysa Asım Kaptan fırtına gibi sürerdi otobüsü. Bu, dillere destandı ve nice yolculukta Asım Kaptan’a takılma konusuydu. Uğur daha fazla dayanamadı ve “Kendilerini sollayan devrin en iyisi Mercedes 280 S’i fırsat bilerek “Traktöre de yol verilmez be kaptan.” diye seslendi. Zincirleri çıkarmak için uygun bir benzinlik kollayan Asım Kaptan için bu latife itici güç oldu. “Emredersiniz efendim.” karşılığıyla sağa sinyal verdi ve “kar topu molası” diyerek kafileye durumu haber verdi. Otobüs durmak için yavaşlarken Muzaffer “Eyvah jet Asım iş başında.” esprisiyle koltuğundan doğruldu. “Korkma Muzaffer, ben kaza yapmam, yaparsam da kimse kurtulamaz.” oldu Asım Kaptan’ın cevabı. On dakikalık molanın ardından yolculuk tekrar başladı. Bu sefer zincirsiz ve daha hızlı! Karşılıklı otururken ekseri, tek koltukta seyahat eden Ercüment’e takılırdı Muzaffer. “Bir gün o koltuğa ben binecek ve rahat rahat gideceğim.” derdi. Her duyduğunda “Çok beklersin.” diye karşılık veren Ercüment, Muzaffer’i çok bekletmemiş kampta sakatlanarak kafileye katılamadığı için koltuğu Muzaffer’e kaptırmıştı. En arka dörtlünün hemen önündeki koltuğun yeni sahibi Muzaffer “Sabah Şükran’la neden hiç konuşmadım ki?” diye hayıflandı önce. Evden çıkarken tek bir kelime dahi etmemişti. Sonra, bu sabah uyandığında onu hareket ettiren içgüdülerin bünyesine yüklediği sessizliği düşündü. Garip bir sükûtla sarmalanmıştı adeta ve ne yapsa konuşamıyordu. Tek bir şey yapmak geliyordu içinden: yatağında mışıl mışıl uyuyan 3,5 yaşındaki kızı Selen’i doya doya seyretmek. Aynı lisede okurken yine böyle bir ocak ayında tanışmış ve gönüllerini kaptırmışlardı birbirlerine. Hatta iki gün sonra 22 Ocak’ta onuncu senesi olacaktı. Ne sevinçler yaşamış ne badireler atlatmışlardı birlikte. Yok yok, dönünce mutlaka özür dileyecek, güzel de bir 10. yıl sürprizi yapacaktı eşine. O anın hayalini kurdu, zaman bir an önce geçmeliydi. Yüzüne düşen tebessümle simsiyah uzun saçlarıyla karşısında oturan kara yağız Erol’a döndü: “Malatya’ya kadar kimse uyandırmasın beni.” dedi ve yavaşça yumdu gözlerini. Burhanettin ve Nasır kardeşler yine birlikte oturmuş hemen arkalarındaki oda arkadaşları Zoran Tomiç’in horlamasına gülüyorlardı. Aynı dili konuşuyor, birbirlerini iyi tanıyor ve iyi anlaşıyordu bu Yugoslav topçular. Sabahları Tomiç’i kaldırmakta çektiği güçlüğü hatırladı ve gülümseyerek: “Dokunmasak altı ay uyur.” dedi Nasır. “Altı ay ölü gibi uyur”. Tomiç de takımdaki diğer arkadaşları gibi yumuşak huylu ve zarif bir insandı. Bir gün ölen annesi için kaleci Fatih’ten dua istemiş, “Her dinden dua iyidir. Belki ihtiyaç duyar.” demişti. Sırpça ‘şafak’ demekti Zoran. Ahmet Hamdi güzel bir yolculukta, ‘şafak’ serinliğinde uykuya dalmaya benzettiği ölüm şiirini bu güzel insan için yazmıştı sanki: “N’olur bir sabah saati / Çağırsa bizi sonsuzluk / Birden demir alsa gemi / Başlasa ‘yolculuk’/ Ve bir ‘şafak’ serinliği / İçinde ‘uykuya’ dalsak.” Ve Zoran Tomiç her şeyden habersiz derin uykusuna devam ediyordu. Kaptan Emin, Nuri Hoca’nın hemen karşısındaki üçüncü koltukta giderdi hep. Nuri hocaya yakın olmaktan, onunla muhabbet etmekten keyif alırdı. Samsunspor aidiyetini ondan öğrenmişti. Zincir molasına kadar yine koltuğunda bulunan Emin’i mola dönüşü bir sürpriz bekliyordu. Takımın genç yetenekleri Kasım, Mustafa ve Yüksel yolculukta birlikte oturmak istemiş koltuğu kendilerine bırakmasını rica etmişlerdi. Beklenmeyen bu talep karşısında sağında solunda boş koltuk arayan Emin, herkes yerini aldığı için en arkanın tam ortasında kendisine yer bulabilmişti. Büyük kaptandı, ağabeydi, gençleri kıramazdı. Nuri hocaları ile ilgili duydukları efsaneler bu genç oyuncuları heyecanlandırmış, bu yolculukta birinci ağızdan Samsunspor’u ne kadar çok sevdiğini duymak istemişlerdi. Kaptan Emin’den koltuğunu istemelerinin asıl nedeni de buydu. Titrek bir ses tonuyla “Hocam” dedi Ümit Milli Takımın golcüsü genç Mustafa Sinecek. “Barcelona’yı çalıştırıyor olsanız ve Samsunpor’un size ihtiyacı olsa gelir misiniz?” Sol tarafından gelen bu kontra karşısında vakarını bozmayan Nuri Asan “Benim çantam Samsunspor için her zaman hazırdır!” cevabını verdi. “Peki hocam bu sevgi karşılığında ne kadar kazanıyorsunuz?” diye araya girdi bir başka Ümit Milli Yüksel. Bu sefer biraz tebessüm etti Nuri Hoca. “Kulübün evrak kayıtlarında belki de sadece benim adım geçmez. Ne bir maaş bordrosu ne bir senet. Ben Samsunsporla bir sözleşme yapmam. Ne verirlerse o benim için en yüksek ücrettir.” Duyduklarına inanamıyorlardı. Bu nasıl olabilirdi? Bu sefer de genç Kasım araya girdi. “Hocam, Fatih Abi bize her seferinde sizi ne kadar çok sevdiğini anlatıyor ve diyor ki: “Gelmiş ve gelecek en büyük Samsunsporlu Nuri Hoca’dır ve söz konusu Samsunspor ise insanları Nuri Asan ve diğerleri diye ikiye ayırabilirsiniz. Bu adil bir ayrım olacaktır.” Yolculuk başlayalı iki saat olmak üzereydi. Kafile Havza’ya ancak yaklaşmıştı. Havanın ne pusu azalmıştı nede karanlığı. Dışardaki soğuğa inat otobüsün içinde sıcacık bir muhabbet dalgası hakimdi. Birazdan başa saracak kasetten yayılan ezgiler de otobüsteki havayı güzelleştiriyordu. 20 Ocak 1989 Cuma 09.30 Fatih’in kendi hakkında beslediği güzel duygular karşısında Nuri Hoca sağa doğru iyice eğildi, Mete’yle sohbet etmekte olan Fatih’e doğru baktı. Hocasının kendilerine baktığını gören Mete dikkatini viraja girmekte olan otobüsün ön tarafına verdi. Tül kadar ince ve bulanık bir zarın ardından gelen bir ışık hüzmesi bir demet halinde gözünü aldı. “Vuruyoruz” diye haykırdı ardından. Hatalı sollama yapan şeker yüklü kamyonet Asım Kaptan’ın gayet kontrollü ve teyakkuzda kullandığı otobüse doğru hızla geliyordu. Asım Kaptan kamyondan kurtulmak için yolun sağına doğru ani bir manevra yaptı. Otobüsün sağını kurtarabilmişti ama sadece o kadar. Şiddetli çarpışmanın ardından karanlık yerini kızıl bir havaya bırakmıştı. Mahşer yerini aratmayan otobüsün içinde ölüm kol geziyordu şimdi. Ne hareket vardı ne bir ses. Yalnızca radyo kapanmamıştı. Yolculuk başlayalı iki saat olmuş, liste başa sarmıştı. Asım Kaptan’ın her dinlediğinde çocuklarını gözlerinin önüne getiren en sevdiği parçanın melodisi otobüsün içinde yankılanıyordu. Seha Okuş incecik ve bir o kadar dokunaklı sesiyle şarkıya başlayınca Asım Kaptan direksiyona düşen kafasını hafifçe kaldırdı. Belli belirsiz bir gülüşle iki saniye kadar başını havada tuttuktan sonra yavaşça direksiyona bırakıverdi. Tüm kafile farklı bir boyutta bu şarkıyı ilk defa bu kadar sessiz bir ortamda ve bu kadar anlamlı bularak dinliyordu. “Hasretinle yandı gönlüm Yandı yandı söndü gönlüm Evvel yükseklerden uçtu Düze indi şimdi gönlüm”   Bir şehrin en büyük matemi, bir ülkenin en derin yası olacak bu kazanın ardından otobüs şoförü Asım Özkan, Teknik direktör Nuri Asan, futbolcular Muzaffer Badalıoğlu ve Mete Adanır olay yerinde; Zoran Tomiç 6 aylık komanın ardından ülkesi Yugoslavya’ya götürülürken yolda yaşamlarını yitirdi. Kaptan Emin Kar bacaklarını kullanamaz olurken Erol Dinler kol felci geçirecek ve simsiyah uzun saçları bembeyaz olacaktı. Fatih Uraz iç kanama geçirecek, Nasır öldü zannedilecek kadar ağır yaralanacaktı. Genç Mustafa kafa travması sebebiyle hafıza kaybı yaşayacaktı. Kazanın ardından kafilenin birçoğu futbol oynayamaz hale gelecekti. Artık hiçbir şey hem bu oyuncular ve aileleri için hem de Samsun için eskisi gibi olmayacaktı. Samsunlular o gün böyle bir kazanın yaşanacağını bilseydi hohlaya hohlaya buzları eritmez, gözlerindeki ışıkla karanlığı aydınlatmaz ve yüreklerindeki sevgiyle puslu havayı dağıtmaz mıydı? Bu takım üç yıldır bu şehre gururların en büyüğünü yaşatmış, şampiyonluğun kıyısından dönmüş, tüm ülkenin takdirini kazanmış ve Samsun şehrini tüm şehirlerin kardeşi yapmıştı. Artık perde kapanmıştı. Yiğit iken ölmüştü hepsi, “gök ekini biçmiş gibi.” Kaderin ağır bir imtihanıydı bu, koca bir şehrin hem o kara günü hiçbir zaman affetmeme hem de asla unutmama imtihanı. Unutmadık, unutmayacağız. Saygı özlem ve rahmetle.  
Ekleme Tarihi: 20 Ocak 2025 - Pazartesi
Muhammet NACAK

HÜZÜN SENFONİSİ

20 Ocak 1989 Cuma 07.30

Hohlaya hohlaya, soğuktan kan kırmızıya dönmüş ellerini ısıtmaya çalışıyordu Asım Kaptan. Otobüsün lastiklerine zincir takmayalı uzun zaman olmuştu. Bugün Samsun çok soğuk, karanlık ve pusluydu. Malatya yolculuğu uzundu. Vidaları gevşediği için yerinden oynayan koltuklar sorun olmazdı belki ama bu karlı havada zincirsiz lastikler için aynı şey söylenemezdi. Takım kahvaltı yaparken yalnız başına taktığı zincirler ellerini dondurmuştu. Otobüsü ve kendini ısıtmak için arabaya binerken “Bu hurdayla daha ne kadar yol yapacağız?” diye düşünürken buldu kendini. En kısa zamanda Hasbi Ağa’yla bunu konuşmalıydı. Öyle ya koskoca Kırkpınar Ağası istese en kral otobüsü alabilirdi kulübe. Buz kesmiş direksiyonu tutmak istemeyen elleri istemsizce radyoya gitti. İki saatte bir başa saran parçaların ilki ve en sevdiği 45’liğin melodisi içini ısıtmıştı. Bu ilk parçayı çok seviyordu, çünkü ona her deplasman seferinde ailesini, çocuklarını hatırlatıyordu.

Mutat olduğu üzere Asım Kaptan’dan sonra ilk Nuri Hoca bindi otobüse. Her zaman önce kendi biner, hep en önde otururdu. Her haliyle takımın lideri olduğunun göstergesiydi bu. Nuri Hoca, sadece iyi bir lider değil aynı zamanda merhametli, vefalı, iyi yürekli bir insandı. Samsunspor maçları iç sahadaysa anne ve babasının kabrini, deplasmandaysa şehir mezarlığını mutlaka ziyaret eder, dua etmeden maça çıkmazdı. Her hafta başında hiç aksatmadan Büyük Cami’ye gider, küçük çocukların Kur’an okuyuşunu saatlerce dinler, onlara harçlık vererek gönüllerini alırdı. Bir teknik direktör takımda disiplini sağlamak için zaman zaman sert olmalıydı fakat Nuri Hoca bu disiplini güven duygusuyla sağlamıştı. Kendisini iyi hissetmeyen, “Hocam takımı yakarım.” diyen bir oyuncuya “Yakacaksan sen yak.” diye karşılık veren bir hoca için her şey feda edilmez miydi?

Milli takımın başarılı file bekçisi Fatih, tesislerden dışarı ilk adımını attığında kolundaki saati tekrar kontrol etmek zorunda kaldı. Hareket saati 7.30’du ama hava neden böyleydi? Sanki gece yarısının zifiri karanlığı vardı. Otobüse bindi, çantasını yerleştirdi. Her deplasman yolunda olduğu gibi Nuri Hoca’yla birkaç saat sohbet etmeyi düşündü. Hem, bu uzun yolculukta çok sevdiği Nuri Hoca’sına onu ne kadar çok sevdiğini de söyleyecekti. İçinde ukdeydi ne zamandır.

Onu çok seviyordu ama sevdiğini bir türlü söyleyemiyordu. “Seven sevdiğine sevdiğini söylemeliydi.” Heyecanla Hoca’ya doğru birkaç adım attı. Havanın pusu tekrar gözüne ilişti. Konuşmak için uygun bir zaman değildi. “Yolumuz uzun, biraz uyuduktan sonra gider konuşurum.” diye geçirdi içinden ve karşısında dalgın dalgın dışarıyı seyreden Mete’nin yanına ilişiverdi.

Mete gece gördüğü rüyanın etkisinden çıkamamıştı henüz. Bu rüyayı Fatih’e anlatmalı mıydı karar veremiyordu. Puslu havada boşluğa bakıyor, rüyayı tekrar yaşıyordu. O sırada Fatih’i fark etti. Tebessümle selam veren arkadaşına baktı. Selamı duymamıştı bile. “Sana bir şey anlatmam lazım.” dedi ve yarı dönük vücudunu ani bir hızla milli kaleciye doğru tamamen çevirerek başladı konuşmaya:

“Rüyamda seninle ölümü bekliyoruz Fatih. Sen ‘La havle vela kuvvete’ diye başlayan bir dua okuyor, kurtuluyorsun, ben ölüyorum.” dedi, giderek kısılan ses tonuyla. Soğuk havaya rağmen terleyen vücudu, rüyanın Mete’de bıraktığı etkiyi kelimelere ihtiyaç duyulmayacak şekilde anlatıyordu aslında. Mete’nin dalgınlığının nedeni anlaşılıyordu şimdi. Kafiledeki en eğitimli kişi Fatih’ti. Dönemin şartlarında pek rastlanmayacak şekilde iki üniversite bitirmişti. Mete’yi teskin etmeli, sakinleştirmeliydi önce. Duanın “Güç ve kuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah’a aittir” anlamına geldiğini söyledi ve rüyanın tabirini ehlinden öğrenmeden etkisine girmemek gerekir diye yatıştırmaya çalıştı Mete’yi. Bu bir “ölüm çağrısı”ydı. Sonradan sorduğu rüya tabircisi öyle diyecekti.

 

20 Ocak 1989 Cuma 08.30

Zincirlerin buzları kırarken çıkardığı ses de otobüsün hızı da kafileyi bir hayli yormuştu. Yola çıkalı neredeyse bir saat olacaktı ama hala Samsun’u çıkmış değillerdi. Oysa Asım Kaptan fırtına gibi sürerdi otobüsü. Bu, dillere destandı ve nice yolculukta Asım Kaptan’a takılma konusuydu. Uğur daha fazla dayanamadı ve “Kendilerini sollayan devrin en iyisi Mercedes 280 S’i fırsat bilerek “Traktöre de yol verilmez be kaptan.” diye seslendi.

Zincirleri çıkarmak için uygun bir benzinlik kollayan Asım Kaptan için bu latife itici güç oldu. “Emredersiniz efendim.” karşılığıyla sağa sinyal verdi ve “kar topu molası” diyerek kafileye durumu haber verdi. Otobüs durmak için yavaşlarken Muzaffer “Eyvah jet Asım iş başında.” esprisiyle koltuğundan doğruldu. “Korkma Muzaffer, ben kaza yapmam, yaparsam da kimse kurtulamaz.” oldu Asım Kaptan’ın cevabı. On dakikalık molanın ardından yolculuk tekrar başladı. Bu sefer zincirsiz ve daha hızlı!

Karşılıklı otururken ekseri, tek koltukta seyahat eden Ercüment’e takılırdı Muzaffer. “Bir gün o koltuğa ben binecek ve rahat rahat gideceğim.” derdi. Her duyduğunda “Çok beklersin.” diye karşılık veren Ercüment, Muzaffer’i çok bekletmemiş kampta sakatlanarak kafileye katılamadığı için koltuğu Muzaffer’e kaptırmıştı.

En arka dörtlünün hemen önündeki koltuğun yeni sahibi Muzaffer “Sabah Şükran’la neden hiç konuşmadım ki?” diye hayıflandı önce. Evden çıkarken tek bir kelime dahi etmemişti. Sonra, bu sabah uyandığında onu hareket ettiren içgüdülerin bünyesine yüklediği sessizliği düşündü. Garip bir sükûtla sarmalanmıştı adeta ve ne yapsa konuşamıyordu. Tek bir şey yapmak geliyordu içinden: yatağında mışıl mışıl uyuyan 3,5 yaşındaki kızı Selen’i doya doya seyretmek.

Aynı lisede okurken yine böyle bir ocak ayında tanışmış ve gönüllerini kaptırmışlardı birbirlerine. Hatta iki gün sonra 22 Ocak’ta onuncu senesi olacaktı. Ne sevinçler yaşamış ne badireler atlatmışlardı birlikte. Yok yok, dönünce mutlaka özür dileyecek, güzel de bir 10. yıl sürprizi yapacaktı eşine. O anın hayalini kurdu, zaman bir an önce geçmeliydi. Yüzüne düşen tebessümle simsiyah uzun saçlarıyla karşısında oturan kara yağız Erol’a döndü: “Malatya’ya kadar kimse uyandırmasın beni.” dedi ve yavaşça yumdu gözlerini.

Burhanettin ve Nasır kardeşler yine birlikte oturmuş hemen arkalarındaki oda arkadaşları Zoran Tomiç’in horlamasına gülüyorlardı. Aynı dili konuşuyor, birbirlerini iyi tanıyor ve iyi anlaşıyordu bu Yugoslav topçular. Sabahları Tomiç’i kaldırmakta çektiği güçlüğü hatırladı ve gülümseyerek: “Dokunmasak altı ay uyur.” dedi Nasır. “Altı ay ölü gibi uyur”. Tomiç de takımdaki diğer arkadaşları gibi yumuşak huylu ve zarif bir insandı. Bir gün ölen annesi için kaleci Fatih’ten dua istemiş, “Her dinden dua iyidir. Belki ihtiyaç duyar.” demişti. Sırpça ‘şafak’ demekti Zoran. Ahmet Hamdi güzel bir yolculukta, ‘şafak’ serinliğinde uykuya dalmaya benzettiği ölüm şiirini bu güzel insan için yazmıştı sanki: “N’olur bir sabah saati / Çağırsa bizi sonsuzluk / Birden demir alsa gemi / Başlasa ‘yolculuk’/ Ve bir ‘şafak’ serinliği / İçinde ‘uykuya’ dalsak.” Ve Zoran Tomiç her şeyden habersiz derin uykusuna devam ediyordu.

Kaptan Emin, Nuri Hoca’nın hemen karşısındaki üçüncü koltukta giderdi hep. Nuri hocaya yakın olmaktan, onunla muhabbet etmekten keyif alırdı. Samsunspor aidiyetini ondan öğrenmişti. Zincir molasına kadar yine koltuğunda bulunan Emin’i mola dönüşü bir sürpriz bekliyordu. Takımın genç yetenekleri Kasım, Mustafa ve Yüksel yolculukta birlikte oturmak istemiş koltuğu kendilerine bırakmasını rica etmişlerdi. Beklenmeyen bu talep karşısında sağında solunda boş koltuk arayan Emin, herkes yerini aldığı için en arkanın tam ortasında kendisine yer bulabilmişti. Büyük kaptandı, ağabeydi, gençleri kıramazdı.

Nuri hocaları ile ilgili duydukları efsaneler bu genç oyuncuları heyecanlandırmış, bu yolculukta birinci ağızdan Samsunspor’u ne kadar çok sevdiğini duymak istemişlerdi. Kaptan Emin’den koltuğunu istemelerinin asıl nedeni de buydu.

Titrek bir ses tonuyla “Hocam” dedi Ümit Milli Takımın golcüsü genç Mustafa Sinecek. “Barcelona’yı çalıştırıyor olsanız ve Samsunpor’un size ihtiyacı olsa gelir misiniz?” Sol tarafından gelen bu kontra karşısında vakarını bozmayan Nuri Asan “Benim çantam Samsunspor için her zaman hazırdır!” cevabını verdi. “Peki hocam bu sevgi karşılığında ne kadar kazanıyorsunuz?” diye araya girdi bir başka Ümit Milli Yüksel. Bu sefer biraz tebessüm etti Nuri Hoca. “Kulübün evrak kayıtlarında belki de sadece benim adım geçmez. Ne bir maaş bordrosu ne bir senet. Ben Samsunsporla bir sözleşme yapmam. Ne verirlerse o benim için en yüksek ücrettir.” Duyduklarına inanamıyorlardı. Bu nasıl olabilirdi? Bu sefer de genç Kasım araya girdi. “Hocam, Fatih Abi bize her seferinde sizi ne kadar çok sevdiğini anlatıyor ve diyor ki: “Gelmiş ve gelecek en büyük Samsunsporlu Nuri Hoca’dır ve söz konusu Samsunspor ise insanları Nuri Asan ve diğerleri diye ikiye ayırabilirsiniz. Bu adil bir ayrım olacaktır.”

Yolculuk başlayalı iki saat olmak üzereydi. Kafile Havza’ya ancak yaklaşmıştı. Havanın ne pusu azalmıştı nede karanlığı. Dışardaki soğuğa inat otobüsün içinde sıcacık bir muhabbet dalgası hakimdi. Birazdan başa saracak kasetten yayılan ezgiler de otobüsteki havayı güzelleştiriyordu.

20 Ocak 1989 Cuma 09.30

Fatih’in kendi hakkında beslediği güzel duygular karşısında Nuri Hoca sağa doğru iyice eğildi, Mete’yle sohbet etmekte olan Fatih’e doğru baktı. Hocasının kendilerine baktığını gören Mete dikkatini viraja girmekte olan otobüsün ön tarafına verdi. Tül kadar ince ve bulanık bir zarın ardından gelen bir ışık hüzmesi bir demet halinde gözünü aldı. “Vuruyoruz” diye haykırdı ardından. Hatalı sollama yapan şeker yüklü kamyonet Asım Kaptan’ın gayet kontrollü ve teyakkuzda kullandığı otobüse doğru hızla geliyordu. Asım Kaptan kamyondan kurtulmak için yolun sağına doğru ani bir manevra yaptı. Otobüsün sağını kurtarabilmişti ama sadece o kadar.

Şiddetli çarpışmanın ardından karanlık yerini kızıl bir havaya bırakmıştı. Mahşer yerini aratmayan otobüsün içinde ölüm kol geziyordu şimdi. Ne hareket vardı ne bir ses. Yalnızca radyo kapanmamıştı. Yolculuk başlayalı iki saat olmuş, liste başa sarmıştı. Asım Kaptan’ın her dinlediğinde çocuklarını gözlerinin önüne getiren en sevdiği parçanın melodisi otobüsün içinde yankılanıyordu. Seha Okuş incecik ve bir o kadar dokunaklı sesiyle şarkıya başlayınca Asım Kaptan direksiyona düşen kafasını hafifçe kaldırdı. Belli belirsiz bir gülüşle iki saniye kadar başını havada tuttuktan sonra yavaşça direksiyona bırakıverdi. Tüm kafile farklı bir boyutta bu şarkıyı ilk defa bu kadar sessiz bir ortamda ve bu kadar anlamlı bularak dinliyordu.

“Hasretinle yandı gönlüm

Yandı yandı söndü gönlüm

Evvel yükseklerden uçtu

Düze indi şimdi gönlüm”

 

Bir şehrin en büyük matemi, bir ülkenin en derin yası olacak bu kazanın ardından otobüs şoförü Asım Özkan, Teknik direktör Nuri Asan, futbolcular Muzaffer Badalıoğlu ve Mete Adanır olay yerinde; Zoran Tomiç 6 aylık komanın ardından ülkesi Yugoslavya’ya götürülürken yolda yaşamlarını yitirdi. Kaptan Emin Kar bacaklarını kullanamaz olurken Erol Dinler kol felci geçirecek ve simsiyah uzun saçları bembeyaz olacaktı. Fatih Uraz iç kanama geçirecek, Nasır öldü zannedilecek kadar ağır yaralanacaktı. Genç Mustafa kafa travması sebebiyle hafıza kaybı yaşayacaktı. Kazanın ardından kafilenin birçoğu futbol oynayamaz hale gelecekti. Artık hiçbir şey hem bu oyuncular ve aileleri için hem de Samsun için eskisi gibi olmayacaktı.

Samsunlular o gün böyle bir kazanın yaşanacağını bilseydi hohlaya hohlaya buzları eritmez, gözlerindeki ışıkla karanlığı aydınlatmaz ve yüreklerindeki sevgiyle puslu havayı dağıtmaz mıydı? Bu takım üç yıldır bu şehre gururların en büyüğünü yaşatmış, şampiyonluğun kıyısından dönmüş, tüm ülkenin takdirini kazanmış ve Samsun şehrini tüm şehirlerin kardeşi yapmıştı. Artık perde kapanmıştı. Yiğit iken ölmüştü hepsi, “gök ekini biçmiş gibi.”

Kaderin ağır bir imtihanıydı bu, koca bir şehrin hem o kara günü hiçbir zaman affetmeme hem de asla unutmama imtihanı.

Unutmadık, unutmayacağız. Saygı özlem ve rahmetle.

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve vezirkopruozlem.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.