12.10.1986
Diyarbakır’da maç başlamak üzereydi. Hakem hem atmosferi süzüyor hem de liderin maçını yönettiği için medyanın ilgisini merak ediyordu ama aradığını bulduğu söylenemezdi. Sağa sola sallanarak zıplama hareketleri ile hem ısınıp hem maça adapte olmaya çalışırken bir tezahüratla irkildi milli kaleci. “Yok canım!” dedi önce. Buraya kadar gelmiş olamazlardı. Kulakları onu yanıltıyor olmalıydı. “Bizim takım el ele, bizim takım el ele…” Her zaman Samsun’da duymaya alışık olduğu türdendi duydukları ama burası çok uzaktı. “Neden olmasın?” dedi sonra, yüzüne sevinç dalgası yayılırken. Samsunspor’un 7 haftada 17 puan topladığı kendi rekorunu ilerleterek devam ettirip şampiyonluğa koştuğu 1986-87 sezonunun 8. haftası oynanacaktı Diyarbakır’da. Taraftarların davetkâr tezahüratları stadyumu inletirken Fatih çok eskilere gitmişti bile.
Performansıyla milli takımı çoktan hak etmesine rağmen sırf bir İstanbul takımında oynamıyor diye milli formayı giyemediği için üzüldüğü sıralardı. Samsunspor taraftarı normal bir topluluk değildi ve bu meseleyi de çözecekti elbette. İstisnasız her maç “Özar’ı uyuma, Fatih milli takıma!” tezahüratları ile nasıl da gündem oluşturmuş Milli Takım hocası Coşkun Özarı’nın dikkatini celbetmiş ve İstanbul hegemonyasını kırarak ‘A Milli Forma’yı armağan etmişlerdi kendisine. O günden beri de milli formayı hiç bırakmamıştı. Kendisini savunan bu insanları yalancı çıkaramazdı. Tam 10 maç, 919 dakika gol yemediği zamanlarda bile şu anki kadar duygulanmamıştı. Hemen önünde dağ gibi duran Muzaffer’i bulanık bir tonda görünce anladı gözlerinde bir bulutlanma olduğunu. Kocaman kaleci eldivenleriyle sildi gözyaşlarını.
6.10.2024
Bu ağrı da nereden çıkmıştı şimdi. Hem de milli maç öncesinde. Oysa tekrar milli formayı giymenin hayallerini kuruyordu ne zamandır. Samsunspor’a transfer olunca ilk açıklaması bu olmuştu hatta. “Çok çalışarak tekrar milli formayı giymek istiyorum.” Bunun için en uygun zamandı. Takım da kendisi de çok formdaydı. Bugün de o formu devam ettirmek ve puantajda milli araya 2. sırada girmek için gelmişlerdi Adana’ya.
Kaleci Okan, milli takım hocasının kendisini izlemek için tribünlerde yerini aldığı bir önceki hafta hatalı goller yemişti. Ne var ki arkadaşlarının muazzam performansı sayesinde 3-1 geriye düştükleri maçı 4-3 kazanmayı bilmişlerdi. O maçtaki hatasını telafi etmek ve tekrar milli takıma davet edilmek istiyordu. Ev sahibi takım zor zamanlar geçiriyor, kendileri ise eski günlerdeki gibi ilk 4 sıradan aşağı düşmüyorlardı. Ama maç, spor kamuoyunun beklentilerinin tam tersi istikametinde başlamış ve devam ediyordu. Adanademir tartışmalı bir penaltı ile öne geçmiş, farkı da artıracak pozisyonları çok rahat bulmuştu. Fakat Okan rolleri değişmişçesine takım arkadaşlarının aksine ritmini koruyor ve milli kaleci refleksleri ile net pozisyonları savuşturuyordu. Hem de sakat haliyle. Maç öncesi idmanda sakatlanmış takımı yalnız bırakmamak için fedakârlık yaparak maça çıkmıştı. Milli formayı giymeyi ne kadar hak ettiğini kanıtlarcasına. Peki, davet gelecek miydi? Ya sakatlığı… Gelecek davete evet diyebilecek miydi?
12.10.1986
Ne yapsalar olmuyordu. Oysa 7 haftada ne güçlü kadrolarla oynamış ne camia takımlarını alt etmişlerdi. Beşiktaş beraberliği ile başlayan sezonda sırayla Altay, Rize, Kocaeli, Antalya, Trabzon gibi köklü takımları devirmişlerdi. Ama ligin dibine demir atmış ve büyük olasılıkla sezon sonu düşecek olan Diyarbakırspor’a karşı bir türlü güçlerini ortaya koyamıyorlardı. Bu durum, Kaptan Emin’i hırpalıyor ama anlam veremediği bir çaresizlikle kendisi dâhil hiçbir futbolcu maçta varlık gösteremiyordu. İyi ki kaleci Fatih günündeydi ve maçın kopmasını engelliyordu. Kaptan bir ara geçtiğimiz sezonun gol kralı ve muhtemelen bu sezonun da gol kralı olacak genç Tanju ile göz göze geldi. “Yap bir şeyler” demek istediği tüm halinden belli oluyordu. Konuşmadan anlaşmışlardı fakat Tanju’nun takındığı tavır Kaptan’ı iyice umutsuzluğa sürükledi. Ama olsundu. Tanju kadar golcü Orhan da vardı sahada. O da olmazsa hocaları Mitroviç bir çözüm bulurdu. Gol atmakta hiç bu kadar zorlanmamışlardı. Maç başına 2,2 gol ortalamasıyla gelmişlerdi buraya fakat ne Tanju ne Orhan günündeydi. Bu durum savunmanın bel kemiği Muzaffer’i de etkilemiş olacak ki eski temaslı oyunu ve sertliğinden eser kalmamıştı. Kaptan Emin bir yandan maçı oynarken diğer yandan takımdaki bu hissizliğin nedenini sorguluyordu. Bir sonraki hafta iç sahada Galatasaray ile oynayacak olmaları mı yoksa 8. haftada 20 puan alarak en iyi başlangıç rekorunu egale etmeye çalışmak mı bu kötü oyunu tetiklemişti, karar veremiyordu.
Aslen Trabzonluydu Emin Kaptan. Ama bu şehirde onu buraya bağlayan bir şeyler seziyordu. Şampiyon olacaktı bu takımla, buna yürekten inanıyordu. Çünkü başkan “Hasbi Ağa” açmıştı kesenin ağzını. Takım da bu şampiyonluk için mücadele ediyordu. İyi gidişat bu inanmışlığın eseriydi. Bir “kaza” olmazsa bu yolculuğun sonu şampiyonluktu. Yoksa Emin yeteneği ile İstanbul takımlarının radarındaydı zaten. İstese gidebilirdi, gitmedi, gitmeyecekti. Başka hiçbir takımda oynamayacaktı. Bacakları güç verdiği sürece bu takımın her şeyi olacaktı. 6 numarası, kaptanı. Kim bilir başkanı belki de…
Fakat bugün maç istedikleri gibi gitmiyordu. Dakikalar ilerliyor beklenen gol bir türlü gelmiyordu. Artık son 5 dakikaya girilmişti. Tribünleri dolduran Diyarbakırlı seyirciler toprak sahada toz bulutu içinde maçı seyrediyorlardı. Karşıdan gelen uzun topu kontrol eden Muzaffer arkasındaki rakip oyuncuyu fark edemedi ve kaleci Fatih’e attığı geri pasa yetişen Bekir’in golüyle namağlup Samsunspor ilk yenilgisini alarak 8. haftada rekoru 17 puanda bırakmış oldu.
Bu bir oyundu. Kazanmak da vardı kaybetmek de. Hataydı evet ama kendini affedemiyordu Muzaffer. Böyle bir oyuncuydu. Ertesi gün sokağa çıkmayacaktı, yenildikleri her maçtan sonra yaptığı gibi. Nedenini soran eşine “Taraftarımıza ayıp olur” cevabını vermişti. Oysa o bu takım için Trabzon’da taşlanırken otobüsten inip taşlayanları sahile kadar kovalamıştı. Oysa o bu takım için şampiyonluğu ellerinden alan sisteme itiraz etmeyen medyaya: “Yazamayacağınız şeyleri sormayın. Hadi gidin, rahat bırakın şimdi bizi.” diye hadlerini bildirmişti. Oysa o bu takım için canını bile verirdi gözünü kırpmadan. Vakti geldiğinde verecekti nitekim.
6.10.2024
“Rakibin son sırada olması maçın kolay geçeceği anlamına gelmez.” demişti Kaptan Zeki maçtan önce yaptığı basın toplantısında. Zeki aslen Trabzonluydu. Fakat geldiği günden bu yana arma ve camia hassasiyetini bir Samsunlu gibi sahiplenmişti. Başkan “Bu camia 5 sene içinde Avrupa’ya gidecek. Söz veriyorum.” demişti. Bu söze en çok Kaptan Zeki inanıyordu. “Bu arma ve kulüp için kazada canını vermiş insanlar var. Arma için hayatlarından fazlasını vererek efsaneleşmiş insanlar var. Bu armanın kaptanlığını yapmak öyle kolay değil. Değer görmek ve sahiplenilmek gurur ve mutluluk verici benim için. Bunun karşılığını layıkıyla yerine getiririm umarım.” diye tamamlamıştı sözlerini. Bu bir farkındalıktı. Bu kaptanlık makamına yakışacak bir açıklamaydı.
Ulusal medyanın beklentilerinin aksine Samsunspor taraftarının “zor geçecek” öngörüsünü haklı çıkaracak biçimde ilerliyordu maç. Taraftarlar takımlarını hiç bu kadar aciz ve etkisiz görmemişlerdi. Ve 2. sıraya yükselme umutları dakikalar geçtikçe tükeniyordu. Kulüp tarihinde 38 yıl önce 1986-87 sezonunda kırılmış ilk 8 haftada toplanan 17 puanla en iyi başlangıç rekoru geçilemeyecek miydi yoksa?
Kaptan bir çözüm arıyordu ama muazzam ayaklara sahip bu takımın neden bu kadar etkisiz kaldığını da anlamlandıramıyordu. Milli araya girecek olmanın rehaveti mi vardı takımda yoksa bir sonraki iç saha maçının Fenerbahçe ile olmasının tesirinde mi kalınmıştı? Haftalardır takımı sırtlayan Ntcham’a baktı bir ara. “Sana ihtiyacımız var” serzenişiydi bu nazar. Fakat o da yere bakıyor kaptanla göz göze gelmek istemiyordu. Herkes oyundan düşse bile asla güçlü ve sert oyunundan taviz vermeyerek taraftarın kalbine girmiş Drongelen bile varlık gösteremiyordu. Oysa o, 1989 kazasında bu arma için şehit düşmüş cesur yürekli Muzaffer gibiydi taraftarın gözünde. Herkes yılsa o yılmazdı. Makus bir talih takımın peşini bırakmıyordu sanki.
Sonra bir değişiklik oldu oyunda. Hoca’nın takviyeleri ölü toprağını attı takımdan. Sihirli değnek değmişçesine hareketlendi oyun. Beraberlik sağlanmıştı ama rekor ve ikincilik için mutlak galibiyet gerekiyordu. 90 dakika tamamlanmış, hakemin verdiği uzatmalar oynanıyordu. Sonra bir dejavu yaşandı. Geçtiğimiz sezon Adanademir’le oynanan maçta 90+2’de bir korner pozisyonunda kafa golüyle eşitliği sağlayarak ligde kalmanın şifresini çözen Dimata bu sefer bir dakika farkla 90+3’te yine bir korner atışında kafa golüyle bir galibiyetten çok daha fazlasını kazandırıyordu takımına. Samsunspor 2. sıradaydı artık ve 8 haftada 18 puan toplayarak kulüp tarihinin en iyi başlangıç rekorunu kırmıştı. 38 yıl öncesinden devraldıkları şey sadece bir rekor değildi. Ağabeyleri 86-87 sezonunu 3. sırada bitirerek ve gol kralı çıkararak büyük bir devrimi gerçekleştirmişti. Onlardan devraldıkları bu rekoru onlar gibi sezonu en üst sıralarda bitirerek taçlandırmalıydılar.
Kazalar bu kulübün kaderiydi maalesef. Nice çalışanını, oyuncusunu ve taraftarını hayattan koparan… Maçtan sonra Drongelen geçtiğimiz yıl oğlunu trafik kazasında kaybeden kulübün emektarı Orhan Üren’in yanına neden gitmişti ki şimdi? Cenaze töreninde akıttığı göz yaşları yeterli olmamış mıydı? Yoksa bu, kulüp personeli arasında en uzun süreli çalışan Orhan Ağabey’in kulüp içinde 89 kazasına en yakın isim olmasından kaynaklanan kaderin ayrı bir cilvesi miydi?