Tribün neydi? Bir araya gelmeleri için arma sevdasından başka görünürde bir nedeni olmayan insanların yan yana geldikleri yerin adıydı tribün. Ekonomik duruma göre alınan biletlerin işaret ettiği bloklardan başka ayrışma göremeyiz tribünlerde. Makamı, mevkisi, rütbesi ne olursa olsun kimsenin diğerini tanımadığı, doksan dakikalık dayanışma kodlarıyla sarmalanmış sosyal bir kitledir tribün topluluğu. Yazılı olmayan, bir yerde öğretilmeyen ritüelleri vardır mesela. İşte bu tribün kültürüdür. Sınırsızlık, kuralsızlık ve tutku bu kültürün baş aktörleri. Mağdursa asi, güçlüyse heybetli, galipse coşkulu, mağlupsa onurludur tribüncü. Ama her halükârda paylaşımcı.
Varoşların varoluş kavgasını verdiklerini zannederdim hep tribün çocuklarının. Arka sokakların ses yükselten isyankâr abileri… Fakir mahalle delikanlılarının arz-ı endam yeriydi tribünler gözümde. Hep korktum onlardan, bir adım geri çekildim sürekli. Olaylara karışma diye boşuna mı öğütlemişti büyükler? Anarşizme gerek yoktu. Ama onların söylediklerini ezberledim hep. İçlerinde değil yanlarında mırıldandım besteleri. Sete çıkanın heybetinin hayranı, tek ayakla korkuluk demirine tutunup şapkasını önden kırmış babayiğidin tribünün geri kalanını ateşlemek için girdiği çabanın şaşkınıydım. Ben de seviyordum takımımı ama bunun yaptığı da neydi? Tutku?
Yaşım ilerledikçe omuz vermeyi öğrendim tribüncüye. Deplasman yaptım. İçlerine girdim. Dış sahada azınlıkken daha güçlü olduklarını gördüm mesela. Çünkü tüm bileşenlerin frekanslarının uyuştuğu bir rezonans gibi ahenkle söyleniyor tüm besteler orada. Akordu bozulmuş sazın çıkardığı gürültü değil bu, iç sahadaki gibi. Omuz omuza vermiş binlerce insanın Newton’un hareket yasalarını biliyormuşçasına aynı anda yükselip alçalmasına ne demeli peki. Ve ağızlar dolusu “Biz seni uzaklarda, biz seni tuzaklarda, biz seni yasaklarda” diye beste söylerken bir de. Fark ettim ki duyguları daha farklı değildi. Sesleri daha gürdü sadece, bağırmaya alışkın olduklarından. Zıplarken haykıran kitlenin çekim gücünü fark ettim sonra. Meğer yeşil sahada top sürene tesir mahareti varmış tribünlerin. Kenarda yüksek bir bağlılıkla takımına duygusal destek veren taraftar bu enerjisini geçiremiyor belki yeşil zemine fakat dakikalarca “saldırın, saldırın, saldırın” diye tempo tutan topluluğun tesir gücü, avını yakalamak için yırtıcının ihtiyaç duyduğu adrenalin hormonunun salgılanmasını tetikliyor adeta. Tribünler yükseldikçe topçu da yükseliyor. Tam da bu anda bu etkileşimden bir 12. adam peydah oluveriyor yeşil sahada. Bir kişi fazla oynamanın avantajını yok sayamayız öyle değil mi?
Sonra bir ses yükseliyor her bir yandan. “Hani o kırmızıyla beyaz çubuklu forma. Hani o şaha kalkmış Ulu Önderli arma.” Herkes ama herkes söylüyor bu besteyi. Kimi mırıldanarak, kimi tempo tutarak, kimi aşkla yanarcasına. Ve herkeste Samsunspor kültürünün meydana getirdiği bu bestelerin varlığının kıvancı, besteyi biliyor olmanın gururu…
Biz Samsunspor taraftarıyız. Taklide ihtiyaç duymayacağımız kadar besteye, takımımızı ateşlemek için yeteri sayıda tribüncüye sahibiz. Hatay deplasmanında gördük ki bizim taraftarımız bizim bestemizle stadı esir alabiliyor. On dakika boyunca hiç durmadan, duraksamadan “Ben Samsun’um senin için, her şeyimden vazgeçmişim.” diye stadı inleten Samsunspor taraftarıyla gurur duymayan var mıdır aramızda? Ne başkaları için yazılmış şarkı sözlerine ne de herkesin malı sayılan anonim bestelere ihtiyacımız var. İçinde Samsun geçen her beste benim için diğerlerinden her zaman daha değerli daha kutsal gelmiştir.
Babamızdan kalan mirassın bize.
Bir ömür yetmez seni sevmeye.
Göklerden gürle Samsun’um haydi.
Bir kırmızı şimşek gibi.
Şu dörtlüğü söyleyecek taraftarı olmadığı için camia olamamış nice semt takımları varken biz değerlerimize sahip çıkmak için daha neyi bekliyoruz acaba? Tribün aidiyet demekse eğer bu aidiyetin en önemli parçası başkasına değil kendimize ait olanı söylemektir, düşman çatlatırcasına.
Bir yangın içimde, senin sevginle.
Memleket memleket geldik peşine.
Karakışa rağmen tüm mevsimlere.
Meydan okuduk inan mesafelere.
Bin bir emekle ve içlerindeki Samsunspor aşkıyla bu besteleri meydana getiren arma sevdalılarına borcumuzu bu bestelerle stadımızı inleterek ödeyebiliriz. Samsun sesinin gür bir şekilde stadyumda dalgalanması onlar için yapılmış en güzel teşekkür olacaktır. Yeter ki takımımıza sahip çıkmak için akın ettiğimiz stadımızda takımımız kadar tribün kültürümüze ve mazimize de sahip çıkalım. Ve Attila İlhan’ın dediği gibi “Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz.”
O zaman hep bir ağızdan ne diyoruz?
Bu sezona damga vuralım.
Avrupa’ya koşalım.
Çiftlik caddesinde meşaleler yakalım
Kutlamalar yapalım.
Hoşça bakın zatınıza.